Durup baktıkça uzayan, eğimi, yürüdükçe artan bir yolda gibiyim.
Sırtımdaki yük büluğ çağını devirmiş, gençlik heyecanını yaşamış, orta yaş sendromuna takılıp, olgunluk dönemine ermiş görünmekte. Yerinde ağır yani. Sırtımda. Yol kenarına bırakırsam uçup gider belki, belki senin sırtında benimki kadar ağır değildir, kim bilir.
Sabah ezanına kadar uyumuyorum, günde 3 saate yakın bir uykuyla yaşamaya başladım.
Uykuyu arıyorum, kendim gibi, gelmek bilmiyor bir türlü.
Çok sevdiğim bir şarkıda şöyle der; "Everyday is like sunday, everyday is silent and gray"*. (* her gün pazar gibi, her gün sessiz ve gri)
Aynen böyle yaşıyorum şu sıralar hayatı, kafamı işten kaldırdığımda da Sanctuary'nin zindanlarında ölüm saçıyorum.
Hani diyorlar ya: "kendime zaman ayıramıyorum", bütün zamanlar benim, bütün zamanlar da 'ben'im. Geçmiş zamanı olsun, pek gelecek gibi durmayan gelecek zamanı olsun. En değişiği şimdiki zaman, içinde yaşadığın, içinde yaşayan. Tamamen canlı bir organizma gibi, tüm benliğini kemiren veya onaran, ilaç ya da zehir, gerçek ya da zahir.
Her şey gri her şey sessiz dedik ya; bazen kontrastı, sesi sonuna kadar açılmış şekilde görünüyor hayat.
O zamanlar da güneş gözlüğümü ve kulaklığımı takıp, Nesrin Sipahi eşliğinde, bir Marlon Brando havasında uzaklara bakmak istiyorum. Güneşle denizin birleştiği yere belki, ne bileyim işte.