Dünyanın dönüşü ile anlamlandırdığımız kavram.
Geçiyor. Hiç anlamadan geçiyor hem de.
Geçenlerde annem geldi hafta sonu, evi falan temizliyor işte. Bir zamanlar en sevdiğim tişörtü yer bezi yapmış. "Zaten giymiyosun oğlum, yırtılmış sağı solu" dedi. Hiçbir şey diyemedim. Kalakaldım, gece gözüne far tutulan geyikler, tavşanlar gibi. Oturup düşündüm, geçmiş dediğim şeyin asla geçmemiş olduğunu fark ettim. Bir anda rohan atlıları gibi zihnime hücum etti tüm geçmişim. Geneli fluydu, ama verdiği his karnıma yediğim yumruklar silsilesiydi. İşte bu anlarda sigara nefesi alınabilir kılar. Yaktım, üst üste. Ne kadar karnıma kramplar girse de hatırlayabildiğim tüm anılarımı andım. Özlediğimi fark ettim. Kendimi özlediğimi. Bazı şeyler eskimiyor hakikaten. O yer bezi olan tişört şu anda en sevdiğim yer bezi.
Nesnelerin dünyasında yer alamıyor bazen sevgimiz, maddesel olamıyor. O zamanlar karnımıza vuruyor yokluğun şiddeti.
Düşlemekten dizlerimiz kanıyor ama vazgeçmiyoruz. Geceler gündüzler birbirine karışıyor. Bir şekilde, öyle yada böyle yaşıyoruz.
"dönmemiş dünyanın gündüzü, gecesi var mıdır?"
15 Eylül 2015 Salı
Yol
Eğer gidilecek yol varsa tek şerittir orası, gidilmeli. gitme diyememek gurur falan değildir çoğu zaman, eğer öyleyse hep pişmanlık dolu kalacaksın hayatta, unutma. gitme diyememek kabullenmektir. ayrılan elleri, bakışları, hayalleri, yolları kabullenmektir. kendini düşünmediğin an'dır gitme diyemediğin o an. iyi olacağına inandığın içindir o sessizlik. öyle de olur hep. sarılıp bırakmak istemediğin an'dır o an. bıraksan gidecektir, gider de. bakmaz belki ardına, belki uzunca döner bakar. sadece o an'da sıkışıp kalmak istersin, akrep ile yelkovanın birleştiği yerden bakmak istersin dünyaya. ama olmaz. üzerinden yazlar geçer. ama o yazı hatırlarsın ara ara.
git.
gitmek istediğinde yolları tüketmeli. zamanın üzerinde yürümeli. başka ölüler vermeli toprağa. başka yaslar tutulmalı. yeni düğünler yapılmalı. ama en çok gidilmeli.
içinde gelmeler de olan bir gitmek değil bu.
gittin. koca bir yaz girdi aramıza. yaz ve getirdikleri.
döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıştı.
kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza. adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.
kaçılıyor hakikaten, en küçük rüzgarda belki bir yaprağı düşer diye tedirgin oluyorsun. yokluğun acısı daha net en azından.
gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.
cemal süreya'nın da dediği gibi mühim olan "sonrası iyilik güzellik" diyebilmek. zor, belki imkansız. bilmiyorum.
umarım sen biliyorsundur.
git.
gitmek istediğinde yolları tüketmeli. zamanın üzerinde yürümeli. başka ölüler vermeli toprağa. başka yaslar tutulmalı. yeni düğünler yapılmalı. ama en çok gidilmeli.
içinde gelmeler de olan bir gitmek değil bu.
gittin. koca bir yaz girdi aramıza. yaz ve getirdikleri.
döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıştı.
kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza. adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.
kaçılıyor hakikaten, en küçük rüzgarda belki bir yaprağı düşer diye tedirgin oluyorsun. yokluğun acısı daha net en azından.
gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.
cemal süreya'nın da dediği gibi mühim olan "sonrası iyilik güzellik" diyebilmek. zor, belki imkansız. bilmiyorum.
umarım sen biliyorsundur.
14 Eylül 2015 Pazartesi
Beşinci Element
Günler geçiyor yine hızla, bayıltan bir etkiyle geçmişti yaz. Kıpkırmızıydı. Ağustos ayında tanışmıştı onunla. Tanıyordu bir yerlerden sanki, geçmişinde, geleceğinde bir yerlerinde olmalıydı. Uzun zamandır hissizdi. Sınır hattında yapmıştı askerliğini. Çöl iklimini tam anlamıyla hissetmişti bedeninde. Başka bir ağustos, başka bir kırmızı, başka bir yangın içinde. Aşkamüstlerinde güneşin kızıllığıyla en çok bulutlarını sevmişti. Öylesine güzel dağılırlardı ki gökyüzüne, insanın içine tüm güzel duyguları hissetmesi gerekliliğini sıralardı. Kafanı yere çevirdiğinde de yine bekleyen karanlıktı. Hissizdi. Çevresindeki olaylara karşı sadece anlık bir karın ağrısı yaşıyordu. Babaannesi vefat etmişti oradayken, babası üzülmesin diye geç haber vermişti. Babası biliyordu sınır hattında olduğunu, bir de kız kardeşi. Annesine söyleyememişti. Biliyordu, uyuyamazdı. Babaannesi vefat etmişti, babasının ses tonuna üzülmüştü sadece. Ölüm gelecekti. Telefonu kapatınca hissettiği şey boşluktu. İnsanı yaşatan şey de o boşluktu. Oturup bir şey hissedememesine kızdı. Kötü bir insan olduğunu düşündü yine. Sık sık kötü olduğunu düşünür, her adımını yanlış attığı hissine kapılırdı.
İçinde bir tamir edilemezlik, bir bozukluk olduğu aşikardı.
Ağustos; onunla tanıştığında birden yakıcı bir kırmızıdan sarmalayan bir bordoya dönüyordu. Kadife gibi, yumuşaktı. Şehirden uzakta, bir balık lokantasında, günün yorgunluğunu taşıyan güzel gözlerindeki ışıltıya hayran olmuştu. İlk anda bir yoğunluk kaplamıştı dünyasını. Titreyen ellerini farketmesin diye sigara yakıyordu sürekli.
Bazı parçalar oturuyordu yerine.
İçine amansızca dolan bir his vardı, adı şimdilik heyecandı. Öyle diyordu. Bir bilinmezin içindeydi, ama nedenini, nasılını asla sorgulamayacaktı. Her şey olması gerektiği zamanda olurdu çünkü.
Günden güne daha fazla yayılıyordu hayatına.
Basit gelebilir, sıradan gelebilir bazı yaşanmışlıklar başkasına. Ama İsmail'in içini dolduruyordu. İçindeki boşluk sıradan değildi. Tüm hayatına yayılan, etrafını sarmalayan, hiçbir duyguyu geçirmeyen bir yapısı vardı. Ancak olmuştu işte, delmişti bir şekilde o gözlerdeki ışıltı. Açılan o delikten çağlıyordu içine varlığına artık inanmadığı bir çok şey. Gün geçtikçe delik genişliyor, kaplıyordu etrafını bu hissiyat. Varlığı o kadar yoğundu ki; beş duyu organının aslında beş değil, milyonlarca olduğunu gerçekliyordu. Ve bir de beşinci elementin varlığını.
Eylül; ölümlerin mevsimi.
Eylül; diriliş mevsimiydi artık. Hislerin uyanışıydı. Zamanın bu kadar çabuk geçmesine önceleri sevinirken şimdi lanet okumasıydı.
Hayallere dalmıştı. Kendini bu düşüncelere gark eden satırları tekrar okudu:
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.*
Kapattı kitabı, ağır ağır yanına koydu. Sigarasına uzandı tekrar. Bir süre de dumanın dağılışını seyretti. Dünyanın bir yerlerinde bu şarkının çaldığını biliyordu, mırıldandı.
Neden?
Sormalı çoğu zaman hayatta. Sorgulamalı elimizdeki her şeyi. Ama elimizdekini. Haset duygusuna kendini kaptırıp, hırs ile yanlışı yaşamamalı. Yetinebilmeli, sabır istemek yerine şükür edilmeli.
Ancak; bazı şeyler sorgulanmayacak kadar güzeldir. Sevmek mesela. Neden, nasıl, niçin sorularının hiç sorulmaması gerekir. Artık varlığına bile inanmadığınız duyguların içinizi nasıl doldurduğunu, size bu heyecanı getiren rüzgarın nereden geldiğini neden sorgulayasınız? Çok cevap istiyorsanız söyleyeyim, Kaf dağının ardından. Pandora'nın kutusundan. Aramayın. Kucağınıza gelip oturduysa sevgi, sarın sarmalayın. Herkes bu kadar şanslı değil.
Hayatın, yaşamanın saçma gereklilikleri içinde, bunca yersiz sıkıntı içinde yüzerken bu heyecana neden sırtınızı dönersiniz?
*Murathan Mungan - Yalnız bir opera
İçinde bir tamir edilemezlik, bir bozukluk olduğu aşikardı.
Ağustos; onunla tanıştığında birden yakıcı bir kırmızıdan sarmalayan bir bordoya dönüyordu. Kadife gibi, yumuşaktı. Şehirden uzakta, bir balık lokantasında, günün yorgunluğunu taşıyan güzel gözlerindeki ışıltıya hayran olmuştu. İlk anda bir yoğunluk kaplamıştı dünyasını. Titreyen ellerini farketmesin diye sigara yakıyordu sürekli.
Bazı parçalar oturuyordu yerine.
İçine amansızca dolan bir his vardı, adı şimdilik heyecandı. Öyle diyordu. Bir bilinmezin içindeydi, ama nedenini, nasılını asla sorgulamayacaktı. Her şey olması gerektiği zamanda olurdu çünkü.
Günden güne daha fazla yayılıyordu hayatına.
Basit gelebilir, sıradan gelebilir bazı yaşanmışlıklar başkasına. Ama İsmail'in içini dolduruyordu. İçindeki boşluk sıradan değildi. Tüm hayatına yayılan, etrafını sarmalayan, hiçbir duyguyu geçirmeyen bir yapısı vardı. Ancak olmuştu işte, delmişti bir şekilde o gözlerdeki ışıltı. Açılan o delikten çağlıyordu içine varlığına artık inanmadığı bir çok şey. Gün geçtikçe delik genişliyor, kaplıyordu etrafını bu hissiyat. Varlığı o kadar yoğundu ki; beş duyu organının aslında beş değil, milyonlarca olduğunu gerçekliyordu. Ve bir de beşinci elementin varlığını.
Eylül; ölümlerin mevsimi.
Eylül; diriliş mevsimiydi artık. Hislerin uyanışıydı. Zamanın bu kadar çabuk geçmesine önceleri sevinirken şimdi lanet okumasıydı.
Hayallere dalmıştı. Kendini bu düşüncelere gark eden satırları tekrar okudu:
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.*
Kapattı kitabı, ağır ağır yanına koydu. Sigarasına uzandı tekrar. Bir süre de dumanın dağılışını seyretti. Dünyanın bir yerlerinde bu şarkının çaldığını biliyordu, mırıldandı.
Neden?
Sormalı çoğu zaman hayatta. Sorgulamalı elimizdeki her şeyi. Ama elimizdekini. Haset duygusuna kendini kaptırıp, hırs ile yanlışı yaşamamalı. Yetinebilmeli, sabır istemek yerine şükür edilmeli.
Ancak; bazı şeyler sorgulanmayacak kadar güzeldir. Sevmek mesela. Neden, nasıl, niçin sorularının hiç sorulmaması gerekir. Artık varlığına bile inanmadığınız duyguların içinizi nasıl doldurduğunu, size bu heyecanı getiren rüzgarın nereden geldiğini neden sorgulayasınız? Çok cevap istiyorsanız söyleyeyim, Kaf dağının ardından. Pandora'nın kutusundan. Aramayın. Kucağınıza gelip oturduysa sevgi, sarın sarmalayın. Herkes bu kadar şanslı değil.
Hayatın, yaşamanın saçma gereklilikleri içinde, bunca yersiz sıkıntı içinde yüzerken bu heyecana neden sırtınızı dönersiniz?
*Murathan Mungan - Yalnız bir opera
11 Eylül 2015 Cuma
Zaman Çizgileri
Bir zaman ayrımında duruyor çizgiler.
Aynaya baktığında, çekilmiş bir fotoğrafta görüyor gözlerinin etrafında beliren zaman ayrımlarını. Yaşam döngüsü; kısa olduğunu anlamak için dahi çok kısa.
Durdu o an. Elinde ne varsa bıraktı, oturdu. Sigarasından bir tane yaktı hızla. Nefes almaya ihtiyacı vardı. Kadir, 28'indeydi henüz. Yorgundu. Gözlerini kapattı, ne kadar şükürsüz olduğuna söylendi. İnsanın yanından geçerken seyirci kaldığı mutluluklara bakarken, aslında hiç gelmeyecek olan huzur için bir şekilde içinde yanan o umut ışığına inandırarak kendini, hayaller üzerine inşa ettiği o ütopik geleceğin bir çift sözle, bir çift gözle yerle bir oluşuna şahit oldu. Tekrar tekrar tekrar. Karnına üst üste kramplar giriyordu. Söndürmeden yenisini yaktı sigarasının. Durmadı Kadir. Düşünmeye, kendi hayatı üzerine çıkarımlar yapmaya devam etti. Ütüyü fişten çekip çekmediğini düşündü. Aceleyle kalktı, en sevdiği gömleğinin artık olmadığını fark etti. Yanmıştı. Biraz daha geç kalsa belki ev de yanacaktı. İşte; hayatın en mazlum yanını fark etti o an Kadir. Yaşamayı bu kadar istememesine rağmen ölüm ihtimali karşısında heyecanlanmıştı. Korkmuştu belki. Odanın duvarları bugüne kadar anlam veremediği bir beje boyanmıştı. Yanık kokusunu çekti içine. Camı açtı, hala ahşap camı olan evlerdendi bu. Rüzgarı hissetti. Kadir hep sevmişti rüzgarı, üşümeyi. Bir gün Mahmut'la otururken: "Ah be kardeşim; ne vardı hep kış olsa da kollar kollara dolanmış olsa. Ne var ki, insanlar samimiyeti hiç kaybetmese. Ne var ki, sıcaklığı bulduğu o koldan hiç çıkmasa. Kırmızı geliyor bana yaz. Yakıyor, dağlıyor içimi."
Parmağında bir yanma hissetti. Sigara bitmiş, rüzgara eşlik etmişti. Zaten bu zaman kayması, ayrılan bu zamanların çizgilerinde daha acı hissediliyordu.
Bedenini kiraladığı işe gitmek zorundaydı. İnsan bir yaşamak uğruna bu kadar sıkıntı çekmeli mi? Çekmemeli. Bir yaşamak uğruna bunca gereksiz telaş içine girilmemeli. Duygusuz diyaloglar kurulmamalı. Asgari şartları sağlamak zor değil, buralardan gitmeli ama cesaret olmalı.
"Zaten cesaretim olsa intihar ederim."
Kadir içinde ölüm olan hayaller kurardı sürekli. Aslında güzel şeyler düşünmek isterken bir anda namussuz bir olayın ortasında bombok vaziyette bırakırdı hayali Kadir'i. Hayatının doğru gittiği anlarda bile hayallerinde hep bir maraz çıkarırdı kendine. Mutlu ev, çoluk, çocuklu bir hayal düşündüğünde bile, bir hırsız gelip Kadir'i kesecek, evini yakacaktı. Kadir'in elinden alınmıştı özgürlüğü. Hayal dahi kuramadığı bu hayat ne içindi? Toplum için mi? Hayır. Çocukların için mi? Hayır. Eşin için mi? Annen baban için mi? Tanrı için mi? Hayır. Ölmek için. Sadece ölmek için yaşıyoruz. Nasıl olduğunun ne önemi var? Sen varsan dönüyor dünya, sen yoksan yok. "Benim için dönüyor dünya, ben yoksam varsın yangınlar sarsın evreni."
Masasına oturdu. Kiraladığı bedeni, zihni çalıştı. Saatlerce.
Bitti.
Akşam yemek yemeyi sevmez pek Kadir. İnsan yalnız olunca bazı gereksiz gereklilikler ekliyor hayatına. Akşam yemeği kalabalık yenmeli, en az birbirini seven iki kişi olmalı masada.
Yatana kadar okudu. Okumalı insan. Okudukça küçülüyorsun. Küçülmeli. Var olmanın pek bir anlam ifade etmediği bu materyalist dünyada.
Sol tarafına uzandı yine yatağın. Sıcaktı, lanet olası yaz bitmiyordu. Açık camdan dolayı sırtı tutulmuş, gece diğer tarafa dönerken acıdan uyanıyordu.
Bu şehrin ne karanlığı karanlık,
Ne sessizliği sessizlik,
Ne yalnızlığı yalnızlık.
Zamanın çizgileri üzerinde yürüyoruz, savruluyoruz. Ayrılıyor çizgiler, ayrılıyor zaman. Bedenler ayrılıyor, kıyılıyor tüm o saf duygulara. Dünyayı yaşamak, hisleri yaşamak olmalı. Farkında olmadan fazlasıyla bağlanıyoruz maddelere. Bağımlısı olduğumuz şeyler o kadar eksik ki. Biz de dolu olduğumuzu hissetmek için eksilmek zorunda kalıyoruz. Kendimizden veriyoruz sürekli.
İnsanlığımızı, hissiyatımızı kaybetmemek için yaşamalı. Gerekirse yalnız kalmalı, kabullenmeli ve tüm acıları sessizce çekmeli.
Aynaya baktığında, çekilmiş bir fotoğrafta görüyor gözlerinin etrafında beliren zaman ayrımlarını. Yaşam döngüsü; kısa olduğunu anlamak için dahi çok kısa.
Durdu o an. Elinde ne varsa bıraktı, oturdu. Sigarasından bir tane yaktı hızla. Nefes almaya ihtiyacı vardı. Kadir, 28'indeydi henüz. Yorgundu. Gözlerini kapattı, ne kadar şükürsüz olduğuna söylendi. İnsanın yanından geçerken seyirci kaldığı mutluluklara bakarken, aslında hiç gelmeyecek olan huzur için bir şekilde içinde yanan o umut ışığına inandırarak kendini, hayaller üzerine inşa ettiği o ütopik geleceğin bir çift sözle, bir çift gözle yerle bir oluşuna şahit oldu. Tekrar tekrar tekrar. Karnına üst üste kramplar giriyordu. Söndürmeden yenisini yaktı sigarasının. Durmadı Kadir. Düşünmeye, kendi hayatı üzerine çıkarımlar yapmaya devam etti. Ütüyü fişten çekip çekmediğini düşündü. Aceleyle kalktı, en sevdiği gömleğinin artık olmadığını fark etti. Yanmıştı. Biraz daha geç kalsa belki ev de yanacaktı. İşte; hayatın en mazlum yanını fark etti o an Kadir. Yaşamayı bu kadar istememesine rağmen ölüm ihtimali karşısında heyecanlanmıştı. Korkmuştu belki. Odanın duvarları bugüne kadar anlam veremediği bir beje boyanmıştı. Yanık kokusunu çekti içine. Camı açtı, hala ahşap camı olan evlerdendi bu. Rüzgarı hissetti. Kadir hep sevmişti rüzgarı, üşümeyi. Bir gün Mahmut'la otururken: "Ah be kardeşim; ne vardı hep kış olsa da kollar kollara dolanmış olsa. Ne var ki, insanlar samimiyeti hiç kaybetmese. Ne var ki, sıcaklığı bulduğu o koldan hiç çıkmasa. Kırmızı geliyor bana yaz. Yakıyor, dağlıyor içimi."
Parmağında bir yanma hissetti. Sigara bitmiş, rüzgara eşlik etmişti. Zaten bu zaman kayması, ayrılan bu zamanların çizgilerinde daha acı hissediliyordu.
Bedenini kiraladığı işe gitmek zorundaydı. İnsan bir yaşamak uğruna bu kadar sıkıntı çekmeli mi? Çekmemeli. Bir yaşamak uğruna bunca gereksiz telaş içine girilmemeli. Duygusuz diyaloglar kurulmamalı. Asgari şartları sağlamak zor değil, buralardan gitmeli ama cesaret olmalı.
"Zaten cesaretim olsa intihar ederim."
Kadir içinde ölüm olan hayaller kurardı sürekli. Aslında güzel şeyler düşünmek isterken bir anda namussuz bir olayın ortasında bombok vaziyette bırakırdı hayali Kadir'i. Hayatının doğru gittiği anlarda bile hayallerinde hep bir maraz çıkarırdı kendine. Mutlu ev, çoluk, çocuklu bir hayal düşündüğünde bile, bir hırsız gelip Kadir'i kesecek, evini yakacaktı. Kadir'in elinden alınmıştı özgürlüğü. Hayal dahi kuramadığı bu hayat ne içindi? Toplum için mi? Hayır. Çocukların için mi? Hayır. Eşin için mi? Annen baban için mi? Tanrı için mi? Hayır. Ölmek için. Sadece ölmek için yaşıyoruz. Nasıl olduğunun ne önemi var? Sen varsan dönüyor dünya, sen yoksan yok. "Benim için dönüyor dünya, ben yoksam varsın yangınlar sarsın evreni."
Masasına oturdu. Kiraladığı bedeni, zihni çalıştı. Saatlerce.
Bitti.
Akşam yemek yemeyi sevmez pek Kadir. İnsan yalnız olunca bazı gereksiz gereklilikler ekliyor hayatına. Akşam yemeği kalabalık yenmeli, en az birbirini seven iki kişi olmalı masada.
Yatana kadar okudu. Okumalı insan. Okudukça küçülüyorsun. Küçülmeli. Var olmanın pek bir anlam ifade etmediği bu materyalist dünyada.
Sol tarafına uzandı yine yatağın. Sıcaktı, lanet olası yaz bitmiyordu. Açık camdan dolayı sırtı tutulmuş, gece diğer tarafa dönerken acıdan uyanıyordu.
Bu şehrin ne karanlığı karanlık,
Ne sessizliği sessizlik,
Ne yalnızlığı yalnızlık.
Zamanın çizgileri üzerinde yürüyoruz, savruluyoruz. Ayrılıyor çizgiler, ayrılıyor zaman. Bedenler ayrılıyor, kıyılıyor tüm o saf duygulara. Dünyayı yaşamak, hisleri yaşamak olmalı. Farkında olmadan fazlasıyla bağlanıyoruz maddelere. Bağımlısı olduğumuz şeyler o kadar eksik ki. Biz de dolu olduğumuzu hissetmek için eksilmek zorunda kalıyoruz. Kendimizden veriyoruz sürekli.
İnsanlığımızı, hissiyatımızı kaybetmemek için yaşamalı. Gerekirse yalnız kalmalı, kabullenmeli ve tüm acıları sessizce çekmeli.
Artık
Bir demet güneşten, bir avuç aydan aldım,
Birkaç da yıldızdan,
Koydum göğsüne ışıkları.
Karardı gökyüzü,
Karardı dünya.
Gülümsedi küçük bir kız çocuğu yolda,
Selam verdi bıkkın bir kahya.
Değişti adımlarım kalabalıklarda.
Kaldırımlar değişti,taş toprak değişti.
Çiçekler soldu, göğsünde yandı ellerim.
Susadım.
Kurudu kökleri benliğimin.
Soyutlaştım varlığında.
Artık yokum ya yokluğunda, dönmese de olur dünya.
Birkaç da yıldızdan,
Koydum göğsüne ışıkları.
Karardı gökyüzü,
Karardı dünya.
Gülümsedi küçük bir kız çocuğu yolda,
Selam verdi bıkkın bir kahya.
Değişti adımlarım kalabalıklarda.
Kaldırımlar değişti,taş toprak değişti.
Çiçekler soldu, göğsünde yandı ellerim.
Susadım.
Kurudu kökleri benliğimin.
Soyutlaştım varlığında.
Artık yokum ya yokluğunda, dönmese de olur dünya.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)