14 Eylül 2015 Pazartesi

Beşinci Element

Günler geçiyor yine hızla, bayıltan bir etkiyle geçmişti yaz. Kıpkırmızıydı. Ağustos ayında tanışmıştı onunla. Tanıyordu bir yerlerden sanki, geçmişinde, geleceğinde bir yerlerinde olmalıydı. Uzun zamandır hissizdi. Sınır hattında yapmıştı askerliğini. Çöl iklimini tam anlamıyla hissetmişti bedeninde. Başka bir ağustos, başka bir kırmızı, başka bir yangın içinde. Aşkamüstlerinde güneşin kızıllığıyla en çok bulutlarını sevmişti. Öylesine güzel dağılırlardı ki gökyüzüne, insanın içine tüm güzel duyguları hissetmesi gerekliliğini sıralardı. Kafanı yere çevirdiğinde de yine bekleyen karanlıktı. Hissizdi. Çevresindeki olaylara karşı sadece anlık bir karın ağrısı yaşıyordu. Babaannesi vefat etmişti oradayken, babası üzülmesin diye geç haber vermişti. Babası biliyordu sınır hattında olduğunu, bir de kız kardeşi. Annesine söyleyememişti. Biliyordu, uyuyamazdı. Babaannesi vefat etmişti, babasının ses tonuna üzülmüştü sadece. Ölüm gelecekti. Telefonu kapatınca hissettiği şey boşluktu. İnsanı yaşatan şey de o boşluktu. Oturup bir şey hissedememesine kızdı. Kötü bir insan olduğunu düşündü yine. Sık sık kötü olduğunu düşünür, her adımını yanlış attığı hissine kapılırdı.

İçinde bir tamir edilemezlik, bir bozukluk olduğu aşikardı.

Ağustos; onunla tanıştığında birden yakıcı bir kırmızıdan sarmalayan bir bordoya dönüyordu. Kadife gibi, yumuşaktı. Şehirden uzakta, bir balık lokantasında, günün yorgunluğunu taşıyan güzel gözlerindeki  ışıltıya hayran olmuştu. İlk anda bir yoğunluk kaplamıştı dünyasını. Titreyen ellerini farketmesin diye sigara yakıyordu sürekli.

Bazı parçalar oturuyordu yerine.

İçine amansızca dolan bir his vardı, adı şimdilik heyecandı. Öyle diyordu. Bir bilinmezin içindeydi, ama nedenini, nasılını asla sorgulamayacaktı. Her şey olması gerektiği zamanda olurdu çünkü.

Günden güne daha fazla yayılıyordu hayatına.

Basit gelebilir, sıradan gelebilir bazı yaşanmışlıklar başkasına. Ama İsmail'in içini dolduruyordu. İçindeki boşluk sıradan değildi. Tüm hayatına yayılan, etrafını sarmalayan, hiçbir duyguyu geçirmeyen bir yapısı vardı. Ancak olmuştu işte, delmişti bir şekilde o gözlerdeki ışıltı. Açılan o delikten çağlıyordu içine varlığına artık inanmadığı bir çok şey. Gün geçtikçe delik genişliyor, kaplıyordu etrafını bu hissiyat. Varlığı o kadar yoğundu ki; beş duyu organının aslında beş değil, milyonlarca olduğunu gerçekliyordu. Ve bir de beşinci elementin varlığını.

Eylül; ölümlerin mevsimi.

Eylül; diriliş mevsimiydi artık. Hislerin uyanışıydı. Zamanın bu kadar çabuk geçmesine önceleri sevinirken şimdi lanet okumasıydı.

Hayallere dalmıştı. Kendini bu düşüncelere gark eden satırları tekrar okudu:

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında 
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.*



Kapattı kitabı, ağır ağır yanına koydu. Sigarasına uzandı tekrar. Bir süre de dumanın dağılışını seyretti. Dünyanın bir yerlerinde bu şarkının çaldığını biliyordu, mırıldandı.




Neden? 

Sormalı çoğu zaman hayatta. Sorgulamalı elimizdeki her şeyi. Ama elimizdekini. Haset duygusuna kendini kaptırıp, hırs ile yanlışı yaşamamalı. Yetinebilmeli, sabır istemek yerine şükür edilmeli. 

Ancak; bazı şeyler sorgulanmayacak kadar güzeldir. Sevmek mesela. Neden, nasıl, niçin sorularının hiç sorulmaması gerekir. Artık varlığına bile inanmadığınız duyguların içinizi nasıl doldurduğunu, size bu heyecanı getiren rüzgarın nereden geldiğini neden sorgulayasınız? Çok cevap istiyorsanız söyleyeyim, Kaf dağının ardından. Pandora'nın kutusundan. Aramayın. Kucağınıza gelip oturduysa sevgi, sarın sarmalayın. Herkes bu kadar şanslı değil.

Hayatın, yaşamanın saçma gereklilikleri içinde, bunca yersiz sıkıntı içinde yüzerken bu heyecana neden sırtınızı dönersiniz? 


*Murathan Mungan - Yalnız bir opera

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder