10 Aralık 2012 Pazartesi

Soluk

Unutulmaya yüz tutmuş, duvarlarında çatlaklarla, eskimiş boyasıyla yarına meydan okur gibi duran bir Don Kişot'u andırıyordu. Boynu bükük.

Tüm heybetiyle yıllardır açılmayı beklerken hep yanlış eller vurmuştu bu meşe ağacından yapılan kapıya. Oysa maharetli bir el vurduğunda ardına kadar açılacak olan avlusunda yıllardır oturulmayı bekleyen  bir çift sandalye vardı. Derinlerinden gelen.

Görünen iki katı vardı bu evin. Mahzenleri kim bilir nerelere çıkardı. Pencerelerinin usta elinden çıktığı belliydi. Dışarıdan bakıldığında, yaşlı bir hanedan üyesinin ağırlığına benzer bir etki yaratırdı seyredende. Boyası dökülmeden önce erguvandı. Ayasofya gibi. Akşam güneşinin kızılıyla birleştiğinde fevkalade bir görüntü çıkardı ortaya. 

Oysa çok yoktu yaşı. Çeyrek asırlıktı. Daha göreceği çok günler vardı elbet. Amansız yağmurlar, dinmek bilmez rüzgarlar çok yormuştu bu dik duvarları. 

"Zaman alır sizden bunların yükünü. 
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar dibe çöker.
 Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir yerlerden bulup yeni mutluluklar edinilir. 
O boşluk doldu sanırsınız. Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir." *

Satırlarını okuduğu kitabı kenara bıraktı. Kül tablasında yaklaşık yirmi tane söndürülmüş izmarit vardı. Bir yenisini daha ekledi. İnsanın eksilerek 'hiç' olabileceği üzerine kafa yoruyordu.

*Murathan Mungan - Yaz Geçer / Zaman


3 Aralık 2012 Pazartesi

19 Kasım 2012 Pazartesi

Yalnızlığın Islıkları


Hasan Cihat Örter - Akdenizli Kadın

Dudaklarımdan yükselen dünyanın en gerçek melodileri; yalnızlığın ıslıklarıdır. Yüzü geçmişe dönük kahramanlık destanları yazan, gözleri arkasında kalan bir benliğin çığlıklarıdır bu hırıltılı sesler.

Soğuk.

Yalnızlık klişelerle doludur anlatılırken. Kaldırım taşları, sigara, deniz, bank vs. Çünkü anlatılan her hikaye, izlenen her film, okunan her kitaptan yalnızlığa bir pay çıkar. Benim için çoğu zaman büyük bir dilim olur bu.

Yalnızlığın marşıdır ıslıklar. Dünyanın en kalabalık örgütü tarafında icra edilen. 

Oz'da tecrite giden bir mahkum gibi olmak istediğim anlar oluyor. Alvarez gibi. Kapalı bir kutuda, sadece kendime tahammül etmek. Gerçekten de insanın kendine itiraf edemediği şeyler var mı? Bilmek istiyorum. Yaşadığım saçma sapan hayatın içinde bunu etraflıca düşünmeye zaman bulamıyorum. Ruhum sürgündeyken ben zamanını dolduran idam mahkumu gibi bir bedenden ibaretim.

Kır. 
Kır zincirlerimi.
Kır kemiklerimi.

Bilmediğim bir sende mahpus ruhum.


3 Kasım 2012 Cumartesi

Aralıklar

Parmağa bağlanan kırmızı bir iplik gibisin. Unutmamak istediğim bir şeysin, ne olduğunu hatırlayamadığım. Bu garip çelişkinin içinde yaşıyorum koca bir çelişkiyi temsilen. Toplumun ve hayatın beni ittiği yerdeki ismimle duruyorum karşında.

Aranan şudur ki; kendini bulduğun o kutsal mabedindeki arayışındır. Bulduğunda hissettiğin o saf duygunun adıdır. Aşktır, umuttur, acıdır...

Umut; acıdan beslenir.
Diğer bütün duygular da zamandan. Ani hisleri bir kenara bırakarak elbette.

İnsanlar hayatında yaşadığı dönüm noktalarını gün dönümleri olarak kabul etse kaç aylık hatta kaç günlük olurlardı?

İhsan Oktay Anar'ın 'Rendekar' üzerinden yaptığı o harikulade çıkarım geçiyor aklımdan sıkça. "... O gerçek, bense bir düş oluyorum."

Her sabah gerçekliğine kendimi inandırdığım bu bulanık günlere bir düş olarak uyanma özlemindeyim.


Uyanmayı bekleyen kurbağadır içimdekiler, bir öpücük ile.




*İlgili fotoğraf ve film: The Fall. Mutlak surette kaybolunmalı bu film ile.

19 Ekim 2012 Cuma

Kasırga

Zaman asla uyumaz.

Şarkıyı çalmaya başladığında daldı gözleri. Dudaklarındaki sigaradan mıydı gözlerinden yanaklarına süzülen ıslaklık, yoksa unutamadıklarından mıydı? Bitlis tütünüydü hem de. Ciğerini yakardı insanın. Gitarın perdelerine dokunan parmaklara nazaran midesine giren kramplar öldüresiye acı veriyordu. Bitsin istedi o an her şey.

Suzan.Gideli iki sene olmuştu. Gidilmesi gereken yollar olduğunda kimseye kal denmiyor. Öyle bir kalmak ki iki insana da benliğini terkettiren bir kalmak. Olmaz olsundu öylesi. Bir başına gitmek varsa aklının ucunda dahi, gidilmeli. Böylece sen sadece sana kalırsın, demir parmaklıklarını örersin etrafına.

Garipce'de koyda oturdukları taburelerden de almıştı eve, Cemal. Balkonda otururlardı, ellerinde sigaraları, Suzan'ın yaptığı  kahvelerini yudumlarken. Garipce'de rüzgar güzel eser. Yaz, kış. Hiç farketmez.

Aklına düşmüştü işte nağmelerinde şarkının.
Gözlerindeki sakinliği hatırladı: "Neil Young - Like a Hurricane"



Bitti şarkı. Sigarasını montunun cebine koydu. Atkısını boynuna attıktan sonra dışarı çıktı. Hiç kilitlemediği kapıyı kilitledi.

Hala aynı adresteydi Suzan. Çalıştığı yeri de biliyordu.

Özlem duygusu kaplamıştı bir kasırga gibi etrafını. Tam seçemiyordu ismini, adını koyamıyordu bu kasırganın ama gitmeliydi.

Yolun karşısındaydı, elleri ceplerindeydi yine her zamanki gibi. Cemal'i gördüğünde yüzü asılmıştı sanki. Değişmişti Suzan, saçlarını uzatmış, rengini değiştirmişti.

"Merhaba."
"Merhaba Cemal."

Güneş doğarken Cemal uyumamıştı hala. Küçük bir merhaba ve günlük bir iki sorudan sonra ayrılmıştı Suzan'ın yanından. Suzan'ı cezalandırmak falan değildi amacı. Etrafındaki kasırganın adını görmüştü sonunda gözleri, bu özlem duygusu artık Suzan'a ait değildi.

Aynı taburede otururken sigarası vardı yine elinde. Suzan'ı görür görmez farketmişti, özlediği o değil, gençliğiydi. Sevgiyi başka bir kadında da bulabilirdi, ama zaman asla uyumazdı.


18 Ekim 2012 Perşembe

Yarına

"Sanem Hanım. Sanem. Evlen benimle Sanem. Kadınım ol benim. Yaşadığım tüm acıları, yaptığım tüm kötülükleri, pişmanlıklarımı, hatalarımı akla. Başına çiçekten taçlar yapayım, sana şiirler yazayım, seni her gece masallar anlatarak uyutayım. Bazı akşamlar dvd’de film seyredelim seninle. Birlikte hüzünlenelim, birlikte gülelim. Sanat galerilerini gezelim. Sen benden daha çok anla modern sanatı. Gördüğümüz eserlerin ne anlama geldiğini açıkla bana, ben başımı sallayayım. 
Ah ben ne aptalmışım! Nasıl olup da varlığından kuşkuya düşmüşüm? Oysa hayat denen bu yaranın seni bulmak dışında ne anlamı olabilirdi ki? Bak şimdi her şey ne kadar açık görünüyor oysa. İlk görüşte aşka inanırsın, değil mi sanem? Evet, çok doğru. Ben de başka türlüsüne inanmam zaten. Biliyor musun Sanem ben seni hep severim. Her gün daha çok severim. Bak mesela pencerenin önüne bir kuş konar ben seni severim, bir tren yolculuğunda pencereden dışarı bakarken derme çatma bir ev gözüme çarpar ben seni severim, burnuma eskilerden, hangi uzak hatıraya ait olduğunu bir türlü çıkaramadığım bir koku çarpar ben seni severim, kafama kuş sıçar ben yine seni severim… Anlıyor musun beni? 
Sonra ben bazen biraz fazla kıskanç olabilirim. Diyelim yazlık bir yere gitmişizdir de, bir akşam sen çok hoş bir tunik giymişsindir, oradaki bütün erkekler bayılır sana, hemen aşık olur. Ben mesela, tunik nedir onu bile bilmeden kıskançlıktan çatlayabilirim böyle bir durumda. Ama belli etmem. Ama sen yine de sezersin. Öyle bir laf edersin ki ben, benden başka hiç kimseye bakmayacağını anlarım. O kadar da incesindir. Bir de, bir iyilik rica edeceğim senden. Gözlerine o elem ifadesini yükleyen alçağın adını söyle bana. Söyle ki, ona hemen düello şahitlerimi göndereyim. Silah seçimini o yapsın. Evet. Utanarak kabul ediyorum ki, bunu bir yerde okudum. Ama ne fark eder? Bütün şiirler, romanlar senin için yazılmadı mı zaten? Şarkılar senin için söylenmedi mi? Masumların kanı senin için akmadı mı? Ruhum hep seni aradı benim Sanem. Hep seni arar. Milyonlarca yıl geçsin, sistemler çöksün, güneşler patlasın benim ruhum seni arar. Ve biliyor musun Sanem, bulur da. Şimdi bulduğu gibi bulur. Seni seviyorum. Seni seviyorum. Seni seviyorum." *



Sayfalarına kokumun sindiği ikinci kitaptır bu. 
Aralayınca yapraklarını, umudumun kokusu yayılır etrafa. 


*Alper Canıgüz - Gizliajans

4 Ekim 2012 Perşembe

Kürk Mantolu Madonna'yı Beklerken

"Maskesi çabuk düşer temiz olmayanların,
Nihayet iç yüzünü görerek insanların,
Göğsüme; küçük bir kuş gibi sokulacaksın." *
Bu kadar uzun olması gerekmiyordu aramızdaki mesafenin.

 Ayrı yönlere aynı düşlerle atılmış adımlarla, başka bedenlere gark olmuş umutlara bakmak uzun uzun, beni benden öteye götüren. Dizleri kan içinde kalmış düşük cümleler kurduran.

*Sabahattin Ali - Ebedi 

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ses

Kalemin mürekkebi yürekten akandır. Öylesine boş ki bana ait her şey.
"Örneğin müziğe bakalım. O gerçekliğe her şeyden daha az bağlıdır ya da bağlıysa bile fikirlerle değil, mekaniktir. Basit bir ses, çağrışımdan uzak ama yine de müzik bazı mucizeler gibi yüreğimize ulaşmayı başarır. İçimizde düzenlenmiş seslere tepki veren kısmı neresidir? Bunu bize yaptıran nedir ? Nedir bunun büyük bir zevk kaynağı haline gelmesini sağlayan ?"

Evet, Stalker bunları söylüyor. 

En az müzik kadar mekanik duyguların dünyası içerisinde, el yapımı 'değersiz' bir vazo gibiyim. Sağı solu çatlamış, içi boş.

Beni bu boşlukta daha da boşaltan, içimden duyduğum o mai seslerin gerçekliğine, gerçek olabilme ihtimaline beni bir adım daha yaklaştıran şey müzik.



26 Eylül 2012 Çarşamba

Uykular var uzaklarda

Göz kapaklarıma yüklenen ağırlık torbalarında var adın. Dokunmaya, bakmaya çalıştığımda uykuya yatıransın. Göz kapaklarımın altındasın. Düşlerimde. Güne yansıyan rengin mor, gözlerimin altında. Senin için uykusuzluğum.Sana saklıyorum tüm uykularımı.Yanına.

Kim bilir, neredesin, kimlesin ?
Kimsin?

Belki bu yakasındasın şarkının, belki öteki.




*Yazının anlam ve önemine uygun: Band of Horses -Funeral

24 Eylül 2012 Pazartesi

Pus

Aramaktaydım o küçük kırıntısını huzurun.

Cemal Süreya'nın dediği gibi;
"Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama, kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı."

Kim bilir belki bi kahvaltı sofrasındadır.

Bulunmayandır asıl aranan.
Bulamıyorum.
Gelecektir.
Biliyorum.


12 Eylül 2012 Çarşamba

Köpükten Hayaller

"Allahım onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin? Neden apartmanın bodrumunda saklambaç oynarlarken Ayla'yla yalnız kaldığı zaman kıza dokunacak cesareti vermedin ona ? Oysa bu çeşit küçük cesaretleri en değersiz kullarından bile esirgememişsindir." *

Benliğinin senden uzaklaştığını izlerken, her adımı attığında bir damla daha kararır etrafın. Öyle ki, karanlıkta kalmaktan milyonlarca yıl süren evrimi üç-beş dakikada yaşarsın, kaybolur gözlerin. Evrimin aksine, gelişmez diğer duyu organların, hislerin her şeyini kaybedersin.

Merhaba, ben kayıp jenerasyonun ilk ve tek üyesiyim.

Zamanı durdurursun karanlıkta, yanından akıp giden bulanık hatıralar kalır sadece. Her pişmanlığında biraz daha öldürürsün içini. Her gururlandığında daha da fazla ölürsün.

Aradığını bulamamak, bulduğunu da olduramamaktır hayatın özeti.

İnsan kendini tanımlarken; sadece bir parçası eksik bir gökdelen legosu gibi hareket eder. Başka bir hayatın parçası olmayı yediremez kendine. Bundandır çarpışıp parçalanmalar. Hep aradığı o parça aslında bir bütündür, apayrı bir hayattır. Kimisi ölümden sonrasında bekler bu hayatı, kimi hem burada hem orada, kimi sadece burada. En acımasız olanı da, hiç bir beklentisi olmayan dilimidir bu dairenin.

Kıyıya vuran dalgaların köpüklerinde hayallerim, rüzgarı olmayan o denizde.

*İlgili kitap için : Oğuz Atay - Tutunamayanlar.

5 Eylül 2012 Çarşamba

El


-Leyla-

"..vatan ve milletin refah ve mutluluğu uğruna her şeyimizi,bu arada hayatımızı dahi seve seve feda etmeye hazırız."

Televizyondan yükselen sesler çalındı kulağına. Son yıllarda, senenin bu dönemlerinde hep aynı konu üzerinden kısır bir tartışma dönerdi. Alaycı gülümsemesi yerleşmişti Leyla'nın yüzüne. Bu konuşma yapıldıktan kısa bir süre sonra doğmuştu, bugün yattığı hastane odasına benzer bir yerdi muhtemelen. Yanındaki vazoda suyu sararmış daha önce de birçok kez gördüğü ancak hep aklında olduğuna kendisini inandırmasına rağmen  adını sormayı unuttuğu çiçek vardı.

Doğruldu yavaşça, oturdu yatağa. Bakamıyordu yüzüne. Tanımadığı birisi bekliyordu başında günlerdir.

-Yusuf-

Birkaç gündür uyanmasını beklediği Leyla' yı tanımıyordu. Onu bulduğunda apartmanın girişinde baygın haldeydi. İşten izin almıştı. Zaten hiç kullanmadığı yıllık izinleri birikmiş, gidecek yeri de olmadığından buradaydı. Onu burada tutan şeyin ne olduğunu düşünerek yatağın başucundaki koltukta uyuyakalmıştı. Her akşam kuyusunda yaptığını şimdi bir hastane odasında yapıyordu.

Onun uyanmasını beklemek, daha önce öldürdüğü hislerinin tekrar uyanacakları zamanla çakışıyordu sanki. Öyle düşünüyordu, öyle olsun istiyordu. Yasak olmasına rağmen camı açıp bir sigara yaktı, gece olduğundan gelip giden olmuyordu. Zaten gelen herkes gitmişti bugüne kadar. Sigarasını pencerenin pervazında söndürüp cebine attı.

Yolun yarısına iki senesi vardı şaire göre. Yusuf'a kalsa uzatmaları oynuyordu. Yolun asfalt kısmı bebekliği ve çocukluğu, parke ve az engebeli olan gençliği, taş ve toprak olansa olgunluk dönemiydi. Üstüne üstlük yokuş çıkmaya başlamış yorulup oturduğu ilk taşta : "Nerdesin lan koduğumun uçurumu !?"diyerek isyan ediyordu.

Uzun süre yalnız olmak kısa süreli yalnız bırakılmalardan kat be kat iyidir.

Umut mahallesindeki herkes birbirini tanırdı az çok, Yıkıntı sokak, numara 12'de bir çatı katında kalıyordu Yusuf. Ancak bu kızı hiç görmemişti daha önce; 'ne arardı ki böyle arka bir mahallede, hem de bu saatte' diye düşünmüştü onu bulduğunda. Hemen evin önüne bıraktığı arabasına atlayıp Medet Hastanesine getirdi onu.

-Çöldeki Kuyu-

"Memlekette her zaman bulunabilen ve özellikle son zamanlarda çoğalan kötü niyetli kişi ve kuruluşlar.."

Yusuf da Leyla gibi televizyondaki seslerle uyanmıştı. Gözlerini açmadan önce cebinden bir sigara çıkarıp dudaklarına yerleştirdi. Sonra doğruldu, gözlerini açtığında evde değil de hastanede olduğunu farketti ve Leyla'ya dönüp baktığında onu kendine gülümser halde buldu.

"Merhaba."
"Merhaba."

Karanlık olan kuyu biraz olsun aydınlanmıştı.
Çölün kavuran sıcağında bir meltem esmişti.

Kuyunun dipsiz karanlığını da, çölün yakıcı kumlarını da götürmüştü yabancı bir tebessüm.

"Ne de olsa O; tanıdıklarımdan daha az yabancıydı bana."
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kendime el oluyorum kendi ellerimle.

Ölüm Günleri



Eylül, ölümlerin mevsimi.

Mevlana ölüme 'vuslat' der ya, daha da yoğun hissedilir bu Eylül ölümlerinde. Tüm yaprak cinayetlerinin acısının vuslatı bu kalbimdeki. Eylül, vuslata en yakın olduğum mevsim. Üç-beş yıl önceki Eylül'de nasıl ise öyle içim. Yüreğimdeki bu taşı kaldırabilecek güç yok bende. Kim Ki Duk' un bir filminde* keşiş adayı küçük çocuğun hayvanların sırtına taş bağlayarak işkence ettikten sonra hocasının uyurken sırtına bir taş bağlaması ve sabah bu şekilde uyanan çocuğa söylediği şu cümle geliyor sürekli aklıma: "Şimdi git ve sırtına taş bağladığın o hayvanları bul ve eğer içlerinden biri dahi öldüyse sen bu taşı sırtında değil, bir ömür boyu yüreğinde taşıyacaksın."

Ve ben, içimde öldürdüğüm tüm duyguların acımasız faili.


*İlgili film için: "İlkbahar, yaz, sonbahar, kış ve ilkbahar"

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Orkestra

"Ellerini tuttuysam, uçuruma düşmemek içindi" sözüyle başladı her şey. Ve bitti.

Uçlarda yaşamak ile uçurum kıyısında yaşamak, Truman'ın hayalleri gibi; Amerika ve Fiji kadar uzaktı birbirinden. Toplumsal kaygılarla güdülmüş bir füze gibi, rampasına oturtulmuş bir hayattı onunki. Her an fırlatılmaya hazır. Her an patlamaya, yanmaya, uçmaya hazır.Bense kendimi o füze rampası gibi hissediyordum. Olduğu yerde sayan, 'global' dünyanın vitrini olan duman ve ateşe boğularak geçiyordu zaman.

Düş olmak için düşümde tutmuştum ellerini. Düşmek çok da mühim değildi  -ki zaten her anımda 'uykumda dahi' düşüyor hissine kapılıyordum- yokluğunun yanında.

Yusuf Atılgan'ın dediği ne kadar da güzeldi oysa; "İnsan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz, iki kişilik toplumlar değil mi? "

Klavyeye rastgele bastığımda çıkan kelimeler kadar güzel geliyordu varlığın gözüme. Yokluğunda yokluğum, varlığında seninle anlam kazanan varoluşum.

Aklından bu ve benzeri tonlarca düşünce geçiyordu Mithat'ın. Eve gelirken oturduğu bankta unuttuğu çakmağı geldi sigara yakmak üzereyken. Karanlıktı, yakmamıştı ışıkları henüz. Zihnindeki aydınlanmaya şahit oldu; "dünyada gereğinden çok kadın vardı ama yalnız bir teki yoktu" dedi kendi kendine. Gülümsedi. Sehpanın üzerindeki çakmağı buldu, önce mumu daha sonra da sigarasını yaktı. Hep aynı yere oturduğundan koltuğun çöken kısmında daha da çöktü. Bir kaç dakika sonra 29. deliğini açacaktı hayat, Mithat'ın sandalında. Biraz daha hızlı batacaktı artık. "Bundan sonra ne kadar hızlı olsa o kadar iyi" diye geçirdi içinden. Ve önündeki muma üfledi.

Güz gelmişti şehre.

Nasıl uyuduğunu hatırlamayan Mithat, gün boyunca çektiği baş ağrısından nasıl uyandığını unutamadı. Dışarıdan gelen seslere kulak vermeye çalıştı bir süre. Güneşe bulutları tercih etmişti her zaman, o nedenle güzü severdi. En üst kattaydı evi. Rüzgarı hissetti sigarasını çekerken, balkonun demirlerine yaslanmış birbiri ardına geçen hayatlara tanık oluyordu. Sanki akreple yelkovanın birleştiği yerdeymiş gibi. Zamana aitmiş gibi.

Telefon kullanmıyordu uzun süredir. Anne ve babasını kaybettiğinden beri. Aramaya değer kimse kalmamıştı hayatında. Zaten teknolojinin kaybettirdiği şeyler getirdiklerinden çok daha değerliydi onun gözünde.

O cümleyi görmüştü; "Ellerini tuttuysam, uçuruma düşmemek içindi."

"Düşsem, bir düş olurum içinde" dedi ve bıraktı kendini zihnindeki uçurumuna. Gözlerini açtığında dudaklarından şu fısıltı duyuldu :

"Artık daha mutsuz bir adamım."

Ve orkestra sustu.


20 Ağustos 2012 Pazartesi

Boşluk

Oturdum.
Yeşil duvarlarında yazılar bulunan mekanın ikinci katına, kırık akordeonun asılı olduğu duvarın dibindeki masaya. Duvarlarda 70 ve 80'lerin rock yıldızlarının fotoğrafları vardı. Bir kaç film. Loştu ışık her zamanki gibi. Hiç çay sevmememe rağmen fincanda çay istedim. Yalnızdım. Diğer tüm masalar gibi, oturulmayı bekleyen koltuklar gibi. Eskimiş, sağı solu sökülmüştüm onlar gibi. Sigaramı yaktım, masamdaki mum ışığında yanımdaki kitabın sayfalarını yavaşça çevirmeye başladım. Bir kaç dizeden sonra kapattım. Garson kız çay istediğimde garip garip bakmıştı bir süre yüzüme. Çayı getirdiğinde de öyle.  Montumu geldiğimde çıkarmıştım ama atkım boynumdaydı hala. Çayı almak için eğildiğimde saçaklarından biri çayın içine girdi. Umursamadım. Bir sigara daha yaktım. Uzunca bir süre mum ışığında dumanın dağılışını seyrettim.

Hiç bir şey olmadı.
Geçen on beş dakika gibi. Ne sen geldin ne de yerler, gökler yarıldı.

Çalan şarkıları hiç anlayamamakla birlikte neredeyse duymuyordum da. Bir anda değişti şarkı, çok sevdiğim, çok seveni çok seveceğim bir şarkı başladı hiç beklemediğim bir anda. "But my heart is open, my heart is open to you."

Geçen beş dakikaya yakın zamanda ben farketmeden bir kaç masa dolmuştu. Önümde oturan bir çift. Siparişimi alan garson geldi. Boş fincanı aldı. Gitti. Geri gelip tüm güleryüzlülüğü ile:

"Ne arzu edersiniz?" dedi önümdeki çifte.
"İki 50'lik." dedi erkek olan.
"Hemen !" dedi garson kız.

Genelde erkek olan konuşur.

Oturduğum koltuk bi zaman makinesinin koltuğunu andırıyordu bana. Çalan bir başka şarkıda beni alıyor, sadece boşlukta seyahat ettirip, içimdeki boşluğa ait bu dünyaya getiriyordu geri. Maddeyi oluşturan şeyin boşluk olduğunu söylerken yazar, beni yaşatan şeyin içimdeki boşluk olduğunu keşfediyordum.

Dolmadı.
İçim mi çok büyüktü yoksa parçalar mı ?

Fısıltılarını duyuyordum masaların. Gündelik hayatın tüm işlerindeki dayanılmaz yoğunluk ve yorgunluktan bahsedilirken telefonum çaldı. Tam anlamıyla müteşekkir olduğum emniyet genel müdürlüğü ödül mesajlarına itibar etmemem gerektiğini söylüyordu. Genç fotoğrafçıların çektikleri zincir fotoğraflarındaki pas gibiydim şu an. Yosun kokusu gelmişti burnuma. Yanında olmayanın kokusu, sesi, görüntüsü çöktüğü an içine nefes almalısın. Nikotinin çekiciliği burada işte. Nefesi alınabilir kılıyor çoğu zaman. Can acıtmadan.

Kalabalığa karışmıştım.
Yanımdan geçen insanların hikayelerine ortak oluyordum bir kaç saniyeliğine. Bana ait olan bir hikaye de var elbet. Hiç gelmeyişinle başlayan.

Ayaklarım ıslanmaya başlamıştı, vitrinde görünen haliyle burnum da kızarmıştı. Devam ettim yürümeye. Arka sokaklardan, yalnız kaldırım taşları üzerinden.

Bu gece de bir şey olmadı.
Ne sen geldin ne de yollar bitti.


13 Ağustos 2012 Pazartesi

Öteki



"İçimden gelmiyor bir şey yazmak, söylemek, bakmak, duymak. Suskunluğuma eşlik eden Eddie Vedder sesinden - dünyama adanmış - Black ! "


9 Ağustos 2012 Perşembe

Kefaret

Bilinçaltımın boşaltılan çekmecelerinde var kokun. Ruhumun, üzerine giydiği her şeye sinen o kokun. Bedenimde, yatağımda, yorganımda herhangi bir koku yok, sen yoksun, olmadın, sen olana kadar ben de yokum. Ha, bugüne kadar ne kadar varolduğum tartışılır elbet ama vaktin geçtiğini görüp, akrep ve yelkovanın amaçsız kovalamacasını ve sevişmesini izleyebiliyorsan varsındır. Hiç olmak istemezcesine varsındır. Zaman çabuk geçiyorsa biri için, kolaydır her şey. Bu arada, geçmiş adına bir güzellik borcum var hayata, sana kaldı sanırım.

Gel, beraber sıkışıp kalalım akreple yelkovanın arasında.

"70'lerden geliyor; Stuck in the middle with you - Stealers Wheel"




8 Ağustos 2012 Çarşamba

Kaçak

Chistopher McCandless' e saygılarımla.

"Mutluluk ancak paylaşıldığında gerçektir."



6 Ağustos 2012 Pazartesi

Uçuşan kör kuşunlar

Uykusuzluk gibi dipsiz, gecenin siyahında attığım adımlara eşlik eden sigaram, uzaklarda bir yerlerden gelen garip bir müzik sesi bana ninni gibi gelen, bu beşik gibi sokaklarda. 
Beni sımsıkı saran kollarmış bu caddeler, bu belirsizlik çizgim, bu karanlıkmış ışığım.

Sokakların karanlığının birden aydınlandığı bir an olur, olduğun yerde kalırsın, gözlerin kapanır. Daha da aydınlanırsın o an, o 'düş kurşunu'nun saplandığı yerden akmaya başlar gerçekler. İşte o zaman özgürlüğe kanarsın.

İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası'nın en güzel bölümlerinden biri olup kitabın arkasını da süslemektedir.
"Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu... 'Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öylese varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. 
Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.'Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: 'Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır.' "

3 Ağustos 2012 Cuma

Shangri la

Varlığından, Everest'in ağırlığı kadar eminken, yokluğunun nirvanasındayım.
Sessizliğin, bir çingene düğünü gibi.
Derme çatma hayallerime küskünüm.
Altın bir tepside, gümüş bir bardakta, katran karası bir zamanı yudumluyorum her gün.




2 Ağustos 2012 Perşembe

Anlamsız - 1

Siyah beyaz film denir ya, aslında gri film değil mi ? Ne siyahı siyah ne beyazı beyaz.

Hayatımda bir çok net olmayan şey olduğundan sanırım, çok daha hoşuma gidiyor bu filmler. Eskiden evlerimizde bolca bulunan "sarı lambalar" mesela, bir soba kenarı. Bir kaç beden büyük kazaklarım gibi. Çocukluk hislerim gibi, küçücük bedenimden beklenmeyen hayallerim gibi.

Şimdilerde üzerime uygun hissiyat bulmakta yaşadığım sıkıntı, bir çok ülkede açları daha aç, zenginleri daha zengin yapan ekonomik kriz dalgası gibi. Duygu açlığı kısmındayım tabi ki. Gün geçtikçe daha da aç kalıyorum, evet. Pek hoş değil göz göre göre hissizleşmek, fakat bir küçük umut parçası  fevkalade üstün bir görev üstlenerek sarabiliyor ruhumu.

Tabi ruhsal olarak böyle gel-git'lerle  dolu bir dönemdeyken dünyevi işler en can sıkıcı bölümler. Ütüydü, yemekti, çamaşır falan derken "anlık farkındalık" hissi vardır ya, böyle elinde bir şeyle kalırsın, kendini kaptırmış bi vaziyette bi an durup;"n'oluyo ya?" dersin, bir sigara yakarsın, hah işte, tam ondan yaşıyorum çoğu zaman.

Kör - topal, dans pistine itilmiş biri gibi hissediyorum kendimi.


                              
          Bande A Part filminden bir sahneye, Nouvelle Vague'dan Dance with me'nin uyarlaması.





30 Temmuz 2012 Pazartesi

Arayış

Durup baktıkça uzayan, eğimi, yürüdükçe artan bir yolda gibiyim.

Sırtımdaki yük büluğ çağını devirmiş, gençlik heyecanını yaşamış, orta yaş sendromuna takılıp, olgunluk dönemine ermiş görünmekte. Yerinde ağır yani. Sırtımda. Yol kenarına bırakırsam uçup gider belki, belki senin sırtında benimki kadar ağır değildir, kim bilir.

Sabah ezanına kadar uyumuyorum, günde 3 saate yakın bir uykuyla yaşamaya başladım.
Uykuyu arıyorum, kendim gibi, gelmek bilmiyor bir türlü.
Çok sevdiğim bir şarkıda şöyle der; "Everyday is like sunday, everyday is silent and gray"*. (* her gün pazar gibi, her gün sessiz ve gri)
Aynen böyle yaşıyorum şu sıralar hayatı, kafamı işten kaldırdığımda da Sanctuary'nin zindanlarında ölüm saçıyorum.

Hani diyorlar ya: "kendime zaman ayıramıyorum", bütün zamanlar benim, bütün zamanlar da 'ben'im. Geçmiş zamanı olsun, pek gelecek gibi durmayan gelecek zamanı olsun. En değişiği şimdiki zaman, içinde yaşadığın, içinde yaşayan. Tamamen canlı bir organizma gibi, tüm benliğini kemiren veya onaran, ilaç ya da zehir, gerçek ya da zahir.

Her şey gri her şey sessiz dedik ya; bazen kontrastı, sesi sonuna kadar açılmış şekilde görünüyor hayat.
O zamanlar da güneş gözlüğümü ve kulaklığımı takıp, Nesrin Sipahi eşliğinde, bir Marlon Brando havasında uzaklara bakmak istiyorum. Güneşle denizin birleştiği yere belki, ne bileyim işte.




7 Mayıs 2012 Pazartesi

Kopuk(luk)

Dün gece aklımda yan yana gelen binlerce kelimenin, aynı gecenin sabahında kafamdan uçuvermesi çok garip geliyor.  Sayfalarca yazabilecekken ertelenen bir kelimenin insan hayatındaki adımlarla mutlak bir ilgisi olmalı. Bir çok şarkıya esin veren 'doğru zaman' kavramının tüm yanlışlığıyla içinde gibiyim.

Çoğu zaman yanlış notada atıyorum adımımı, bozuyorum hayatın ahengini.


25 Ocak 2012 Çarşamba

Gün

Sigara.

Gece karanlığının tüm ağırlığıyla üzerimde kaldığı bir güne uyandım. Güne yine küfür ile başlamak ne kadar da basit görünüyordu artık. Yine uyanmanın verdiği dayanılmaz eziyet ile satranç oynuyordum sanki. Hamlelerini beni yenmek için değil de sanki acı çektirmek için yapıyordu. Satranç tahtası gibi siyah beyaz olan dünyamın içinde 5x5'lik bir siyah kareye sıkışmış 'şah' gibiyim. Aydınlığı görmem de 'şah' çeken rakibimin keskin gülüşüyle oluyordu. Bir oraya bir buraya, gelgitlerden ibaretti hayat artık. 

Sigara.

Bu küçük beyin fırtınasını yaptıktan sonra aynada gördüğüm kendime baktım, 'uyanmak' gerçekten zordu ve ben gerçekten çöküyordum.

Sigara.

Çıktım evden, arabaya bindim. Trafikte düşünmek için çok zamanın olur bu şehirde, bir de küfretmek için. Karanlık da bir yandan günü aydınlatan güneşe aldırmadan içimde büyüyordu. Gerçi onunla birlikteliğimiz başlayalı çok oldu. Çocukluktan beri halı desenleri koleksiyonum çok geniştir. Bir çoğunu yakından inceleyerek koleksiyonuma kattığım da oldu. Tadına da baktığım. Belki o günlerden, belki daha plasenta içinde bir ceninken. Kim bilir ? 

Sigara.

Şarkıda der ki; 'Sabrı öğütler zaman, oysa o'dur durmayan'. İpin ucu elimde olan balonun ipini çekemeden yakalamaya çalışmak benim yaptığım. Kuyruğunu kovalayan köpek, ya da hiç yakalayamayacak olsa da kelebek kovalayan kedi gibi.

Sigara.

Yol bitti. Bir ağzımda bir dolu küfür, aklımda bir ton karmaşık, ruhum da karanlık. 

Sigara.

İçim intihara meyilli. Oldum olası ateşli silahları sevmem. Harakiri çok uygun bana. Ya da giyotin, ipini kendim kestiğim. Uçurum kenarlarını severim, rüzgar yüzüme çarptığında yüzüm güler. Kısa da sürse mutlu olurum. 

Sigara.

Akşam oldu yine. Arabaya bindim. Gün yine bana her zamanki güler yüzünü gösterdi (!). Bir çuval aldım sırtıma. Yorgunluğumun legosu dünya rekoru kıracak belki. Bedenim değil. Kafam. Allak bullak. 

Sigara. 

Uyanmasa ya şu kafamın içindekiler. Düş olup düşseler ya. İtiyorum kendimi sessizliğin içine. Belki sus'lar gelir de çökerler kafamın içine. 

Sigara.

Uyku. 

23 Ocak 2012 Pazartesi

Basit Makinalar

Feryatlarını duyuyorum, oturmuş, rüzgarı dinleyen Kızılderililerin bir tüfeğin ucundaki ölümlerinin.
Yüzyıllar öncesinden yükselen çığlıkların, modern (!) dünyanın seslerinin altındaki ezilişlerine şahit oluyorum.
Sanayileşmiş duyguların, mekanik dizilimlerle, neredeyse mükemmel planlanmış yaşamına bakıyorum uzaktan.
Yüzyıllar öncesinden çağlayan bir ırmağa selam duruyor, yanaklarıma süzülen gözyaşlarım.

Tükeniş







Zaman bir mumun fitilini eritirken tükeniyor, tıpkı aldığımız nefesin bize hayat verirken bir yandan ömrümüzü tüketmesi gibi.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Yokluğun şiddetli varlığı


İnsana yaşadığını çoğu zaman yalnızlık hissettirir. Hayatın sillesinden pay alarak, kokulu nefesini ensesinde hissederek, kulak tırmalayan çığlıklarını bir Nazgûl edasıyla peşinde hissetmektir aslında yalnızlık. 

Güzeldir çoğu zaman. Ama hayatı sana zindan eden zaten kalan o az kısmıdır. 

Etrafındaki binlerce kalabalığı umursamazsın. Umursarsan ne olur ki sanki ? Okyanus umursar mı bir damla zeytin yağını? İstediği kadar üzerinde olsun. Ağrı dağı umursar mı bir çakıl parçasını ? Sonsuza kadar sırtında taşısın..

Yalnızlık güzeldir. 
Yalnızlığı, iki kişilik yaşadığında güzeldir. Bir olabilmektir aslolan. 2 kişiden bir yalnız elde ettiğinde bulursun Lokman Hekim'in formülünü . O zaman gidersin Kaf dağının ardına. O zaman anahtarını bulursun Pandora'nın kutusunun. 

O zaman gerçekten yalnız olursun hayatta, içinde bir ruh, elinde bir el ile. 

Vaat

Bir reklam panosu bile tüm soğukkanlılığı ve cesur duruşuyla bana 'bilmediğim tüm gerçekler'i vaat ederken, ben kendine dahi söz veremeyen bir yalnız, kendi ile konuşamayan bir suskunum. 


Dün geceki uykusuzluğuma eşlik eden inanılmaz güzellikte bir kitap ve sigara ile geçen bir gecenin ardından, son sözünü kendime çok yakıştırıyorum : 'artık mutsuz bir adamım.' Artık kelimesini kullanmak için bunun dün gece gerçekleşmesi gerekiyor belki ama farkeden bir şey yok. Her anım bir öncekini aratırken, adımlarımı atacağım yolları aradığım bir kalabalık içerisinde darp ediliyorum, düşlerimle birlikte. 


Ve; 'sadece aptallar emin olur' sözüne ne kadar yakınım: 'aptal olduğumdan kesinlikle eminim.'  



Yar kelimesinin uçurum manasına da gelmesi ne kadar enteresan değil mi ? 


Bir sigara içmeliyim.